2.05.2014

El-KABİD





Kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir.
Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden, borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.
Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır, ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.
Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz: Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.
Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken, eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı, ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir tecellisidir.
Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Zümer 42)
Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.
Hülasa: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna itikat ederek dua ve tazarru ile acz ve fakrini rahmetin dergâhında izhar etmektir.

El-ALİM




Bilen demektir. Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.
Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: Ey gaybların âlimi!
Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen! Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden bir kısmını zikredeceğiz:
1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıkları layık bir tarzda, münasip bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek, tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek; sonra rızkını layık bir tarzda verebilir. Mesela yavruları süt ile besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet etmektedir.
2- Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i muhit ile mümkündür. Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye bakalım:
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı? Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.
Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Hadsiz imkânlar içinde en güzel sureti, en mükemmel vücudu, el layık sıfatları vermek ise ancak bir ilm-i muhit ile olabilir.
Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas edin ve Allahın nihayetsiz ilmini bir derece tefekkür edin.
3- Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder. Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla bilse, o derece kolay yapar. Şimdi mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi vardır ki, nihayetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. Mesela saniyede 4 insan ve günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.
4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece anlayalım:
Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.
Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir ilm-i muhitin tecellisi iledir. Bu dengeyi gördükten sonra bu ilm-i muhiti inkar etmek, ancak akıldan istifa etmek ile mümkündür.
5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki: Âleme bakıyor ve görüyoruz ki, küçük-büyük, adi-ali, yaş-kuru, gökte, yerde, karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.
Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.
İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz olamaz. Demek bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin delilleri çoktur. Bizler bu delilleri Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur külliyatına havale ederek zikrettiğimiz beş delille yetiniyoruz.
Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanların neye layık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Öyleyle ey insan! Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!

El-FETTAH





Hüküm veren, kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden ve varlıklara suretler giydiren gibi manalara gelir. Şimdi bu ismin manalarını sırasıyla inceleyelim:
1- Hüküm veren: Allah Fettahtır. Bu ism-i şerifi ile hak ile batılı birbirinden ayırmış, aralarını yer ile gök arası kadar açmış, hakkı üstün tutup, batılı geçersiz kılmıştır. Bu mana ile Kuran, Fettah ismine en büyük bir aynadır. Zira Kuran’ın nüzulüyle hak gelmiş ve batıl zail olmuştur. Kuran’ın her bir hükmü hakkı ve adaleti izhar etmiş, batılın ve zulmün tasallutundan insanları kurtarmıştır. Yine Fettah ismi azami mertebede peygamber efendimiz (sav)’de tecelli etmiştir. Efendimiz (sav) insanlar arasında hak ile hükmetmiş, verdiği her hüküm ile hakkı galip kılıp, batılı yok etmiştir. Bu sebeplerdir ki Efendimizin isimlerinden bir tanesi de “Fatih”tir. Yine bu isim, hak ile hükmederek, hak ile batılın arasını açan adil sultanlarda ve devlet reislerinde de tecelli etmiştir. Hz. Ömer, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi sultanlar bunlardan bazılarıdır.
O halde kim bu ismin tecellisine mazhar olmak isterse, ilk önce kendi nefsinde hak ile batılın arasını ayırsın, hakkı hak bilip hakka tabi olsun ve batılı batıl bilip batıldan ictinab etsin. Daha sonra insanlar arasında hak ile hükmetsin ve kendi aleyhinde olsa dahi hakkın ortaya çıkması için adaleti gözetsin. Kim bunlara yaparsa Fettah isminin bir aynası olmayı başarır. Cenab-ı Hak bizleri Fettah isminin tecellisine mazhar eylesin!
2- Kapıları açan: Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır, müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi, kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi, ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin açılması hep bu ismin tecellisiyledir.
Bize düşen Cenab-ı Hakkı fettah ismiyle zikretmek, “Ey kapıları açan Allah’ım, bize bütün hayır kapılarını aç” duasını dilimize vird-i zeban etmek ve maddi veya manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı fettah ismiyle tefekkür edip O’na şükretmektir.
3- Zafer lütfeden: Cenab-ı Hak Fettahtır. Kullarına fetihler nasip eder. Peygamber Efendimizin Mekke’yi, Hz. Ömer’in İran’ı, Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudus’ü, Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesi ve diğer bütün fetihler Allah-u Teâlâ’nın Fettah isminin tecellisiyledir. Cenab-ı Hak, Fettah isminin hürmetine Ümmet-i Muhammed’e yeni Ömerler, Fatihler, Yavuzlar ihsan etsin ve bizlere, gayesi hakkı götürmek ve zulmü defetmek olan yeni fetihler nasip etsin. Fettah isminin tecellisi ile maddi fetihler gerçekleştiği gibi manevi fetihler de gerçekleşir. Peygamber Efendimizin kalplerin sultanı olması böyle manevi bir fethin neticesidir. Demek kalpteki sevgiyi kazanmak ve kişinin muhabbetine mazhar olmak fettah isminin tecellisiyledir.
Ya Rab! Kalplerimizi muhabbetinle ve Habibinin muhabbetiyle öyle bir fethet ki gayrısına yer kalmasın. Âmin.
4- Varlıklara suret veren: Fettah isminin bir manası da varlıklara suret ve şekil vermektir. Bir tohumdan çiçeğin çıkartılması, çekirdeklerden ağaçların yaratılması, ağaçlardan çiçek, yaprak ve meyvelerin çıkarılması, yumurtalardan hayvanatın icadı ve nutfe denilen su damlacıklarından insanların ve hayvanların halkedilmesi, hep Fettah isminin tecellisiyledir. 
Bu manasıyla Fettah ismi âlemde azami mertebede tecelli etmektedir. Zira tohum ve nutfe gibi basit maddelerden, çeşit çeşit muntazam suretlerin, hep beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılması ve her mahlûka münasip bir suret ve şeklin verilmesi tevhidin en kuvvetli bir delili ve kudretin en hayretli bir mucizesidir.
Fettah ismi bu manasıyla gözümüz önünde her an tecelli ederken maalesef insan ülfeti ve gafleti sebebiyle bu ismin tecellisinden gaflet etmekte ve adeta şu ayetin manasına muhatap olmaktadır: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, yüz çevirerek üzerinden geçerler.” (Yusuf 105) .
O halde Fettah isminin bu manasına karşı vazifemiz şudur: Tohumlardan, çekirdeklerden, nutfe ve yumurtalardan çıkartılarak kendisine şekil ve suret verilmiş mahlûkata ibret nazarıyla bakmak, onlarda tecelli eden Fettah ismini tefekkür etmek ve tohum hükmündeki amellerimizin cennet sümbülleri şeklinde açılmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektir.

ER-REZZAK


Er-Rezzak - الرزاق

Bütün mahlukatının rızıklarını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan demektir. Allah Rezzak’tır ve rızık vermek ancak Cenab-ı Hakka mahsustur. Bütün insanların ve hayvanların rızıklarına O kefildir ve O’nun garantisi altındadır.
Rızık ise iki kısımdır;
1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar,
2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı.
1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar;
Yeryüzünün içinde, havasında, denizinde yaşayan bütün hayat sahiplerinin, bilhassa aciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddi ve midevi hem de manevi bütün rızıklarını, kuru ve basit bir topraktan, cansız ve kemik gibi kuru odun parçalarından yaratan O’dur. Adeta o toprak, bir kazan olur ki, içinde her nevi rızık pişer. Ve her bir ağacın kuru dalı, rahmetin eli olur ki, o el ile en güzel meyveler ikram edilir.
Hele hele en latifi, kan ve fışkı ortasından gelen tertemiz ve besleyici süttür ki, adeta o koyun ve keçi gibi mübarek hayvanlar, rahmetin bir süt çeşmesi olur ve Rezzak namına ab-ı hayat gibi en latif bir gıdayı bize takdim ederek, Rezzak ismini kör gözleri dahi gösterir.
Bir sofra görsek, üzerinde birkaç zeytin ile bir parça kuru ekmek olsa, acaba bu basit sofranın kendi kendine kurulduğuna, o zeytin tanelerinin ve ekmek parçasının tesadüfen, sofranın üzerine geldiklerine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır. Hatta dünya toplansa, bu basit sofranın tesadüfen bu hali aldığına bizi inandıramaz.
Acaba küçük bir sofra bile, kendisini kuran bir zatın varlığını gerektirirse, zemin yüzü sofrasının tesadüfen kurulması hiç mümkün olur mu ?
Bu öyle bir sofradır ki, kocaman bahar, bu sofranın gül destesidir. Bu sofrada her vakit hadsiz misafirler oturur. Onlara, layık oldukları şekilde ikram edilir. Bu sofranın üzerinde her çeşit yiyecek bulunur. Her vakit milyarlar oturur, o sofrada doyar, kalkar ama sofra hiç boş kalmaz. Hiç mümkün müdür ki, küçücük bir sofra bile sahipsiz olamazken, şu yeryüzü sofrası sahipsiz olsun?
Hem sakın zannetmeyin, bu sofrada oturanlar sadece insanlar ve hayvanlardır. İktidar ve ihtiyarsız olan ağaçlar ve bitkiler taifesi dahi rızka muhtaçtır. Onlar tevekkül edip, yerlerinde dururken mükemmel beslenirler. Hatta hayvanlardan daha çok yavru beslerler. Evet onların yaprak, çiçek ve meyveleri onların yavrularıdır.
Bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara sündüs misal cennet elbiselerini giydirmek… çiçek ve meyvelerin ziynetiyle süslendirip, onların latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı ve en sanatlı meyveleri bize takdim etmek… hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı ve tatlı bir balı bize yedirmek… kan ve fışkı arasından sütü bizim için çıkarmak… elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek… hem rahmetin büyük bir hazinesini bizim için küçücük bir çekirdekte saklamak… denizi bizlere taze balık deposu ve incileriyle, mercanlarıyla ziynet dükkanı yapmak... ve tavuğun yumurtasından tutun, gökyüzünden inen yağmura kadar sayamadığımız ve saymakla da bitiremeyeceğimiz daha nice nimetler üzerinde Allah’ın Rezzak ismi gözükür.
Demek yediğimiz her bir lokmanın üzerinde Rezzak isminin mührü vardır. Ve sabah aç çıkan ve akşam yuvasına tok dönen bütün canlılar lisan-ı halleriyle Cenab-ı Hakkı “ya Rezzak, ya Rezzak” diye tesbih ederek adeta şu ayeti okurlar;
“Nice canlılar vardır ki, onlar rızkını taşıyamaz. Allah hem onları, hem de sizi rızıklandırır. O işitendir ve bilendir.” (Ankebut: 60)
Hem Rezzak-ı Rahim, insana daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve hayal, ruh ve akıl gibi duyguların her birisini rahmet hazinesinin birer anahtarı hükmünde yaratmış ve insana takmıştır.
Mesela göz, kainatın yüzündeki güzellik ve cemal gibi kıymetli hazineleri açan bir anahtardır. Dil; yiyecekler alemini açan bir anahtardır. Kulak; sesler aleminin anahtarıdır. İşte bunun gibi her bir duygu birer alemin anahtarı olur ve insan o alemden o anahtarlar vasıtasıyla istifade eder. Demek her bir aza ve duygu, nimetlere kavuşmaya vesile oldukları için Rezzak isminin tecellisidir.
Acaba Allah’ın nimetlerini bizlere ulaştıran kişilere bir ücret öderken, nimetin hakiki sahibi olan ve o nimeti bizim için yoktan yaratan Allah bu rızıklara mukabil bizden ne fiyat istiyor?
Bizden istediği üç şeydir: Biri zikir, biri fikir ve diğeri şükürdür. Başta “Bismillah” zikirdir. Sonda “Elhamdulillah şükrüdür.” Ortada ise; bu kıymetli sanat harikası olan nimetlerin Rezzak-ı Kerim’in kudretinin bir mucizesi ve rahmetinin bir hediyesi olduğunu düşünmek ve tefekkür etmektir.
2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı
Niçin insan güzel şeyleri dinlemekten hoşlanır?
Niçin güzel yerler görmeyi arzu eder?
Niçin konuşmak ister?
Niçin Kuran dinlerken tarif edemediği bir haz duyar?
Ve niçin Allah’ı isim ve sıfatları tefekkür etmek ona lezzet verir?
Bütün bu soruların cevabı şudur; Çünkü o anda o latifeler rızkını bulmuştur.
Nasıl ki mide bir rızık ister, öylede kalp, ruh, akıl, göz, kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahimden rızıklarını isterler ve şükrederek alırlar. Her birisine ayrı ayrı layık olduğu rızık rahmet hazinesinde ihsan edilir.
Kulağın rızkı seslerdir, gözün rızkı görülen güzel şeylerdir, kalbin rızkı Kurandır, aklın ve ruhun rızkı ise Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Ve bunun gibi…
Manevi rızıkların başında ise salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller cennette ebedi rızıklar tarzında sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş birer rızık kesilmiştir.
Salih amellerin en salihi ise namazdır. Demek namaz kılan kişi o anda Allah’ın Rezzak ismine mahzardır. Bunun gibi Kur’an okuyan, zikir eden, sadaka veren, tavaf eden ve mahsus bir ibadetle meşgul olanlar o anda Rezzak ismine birer aynadır.
Bu ismi şöyle bir dua ile tamamlayalım;
“Ey Rezzak-i Kerim, Ey Rahman-ı Rahim ve ey bizi nimetleriyle bu dünyada besleyen sultanımız!
Bize bu dünyada gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını ve menbaları cennette bize göster. Bizi huzur-u saltanatına celbet.
Bizi bu dünya çöllerinde sahipsiz bırakma. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezizi nimetlerini orada da tattır.
Bize zeval ve kendinden uzaklaştırmak ile azap etme.”

El-VEHHAB




El-KAHHAR




El-GAFFAR




EL-MUSAVVİR


El-Musavvir - المصور from SeyrangahTV on Vimeo.


EL-BARİ




El-Bari - البارىء


Kusursuz yaratan’ demektir. Bu isimde el-halıkisminden farklı olarak şu manalar vardır;
1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan,
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.
Şimdi bari isminin bu üç manasını kainat kitabının sayfalarında okumaya çalışalım;
1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan
Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız?
Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı 50 bardak yapacak olsanız size 50 farklı kalıp lazımdır.
Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var. Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor.
Şimdi bir sineğin yada bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım;
1- O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak,
2- O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu alemin her köşesinden toplamak,
3- Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra o çiçek ve sineğe lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak,
4- Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde onu yapmak.
O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle lazım olan maddeleri alemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.
İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.
Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar, meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, alemdeki bitkiler, çiçekler ve meyveler adedince imkansızlık ve hurafeler içinde bulunur.
Halbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın bari ismine isnad edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar.
O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘bari’ ismiyle tesbih etmeliyiz.
Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın bari isminin tecellisine mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘bari’ isminin bir mektubudur.
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan
Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde yaratılmıştır.
Mesela insana bakalım; İnsanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı, ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir.
Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır. Dişler adeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.
Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.
Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini tamamlamaktadır.
İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep bari isminin bir tecellisidir.
Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep bari isminin bir tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak, diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.
Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu bari ismi ile tespih etmeliyiz.
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan demektir.
Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad edilmiştir.
Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kainattaki nizama ve gayelere uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile, havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kainattaki nizama uygun diğer azalara sahiptir.
O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden de odur. Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “beni kim yapmış ise, alakadar olduğum bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin mülkü isem, kainatta onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ”
Ver her şey kainattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler solunumlarını hızlandırır.
Eğer bu nizamı sağlayan –haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz;
Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar?
Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar?
Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli?
Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?...
İnsanın azalarının kainattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin alemdeki gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği, kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim. Ve onların yaratılışına, kainattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu sesi duymaya çalışalım;
“Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kainattaki nizama uygun alet ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben, nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım. Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “ya bari, ya bari” dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “ya Bari ya Bari “ diyerek rabbini tesbih et.”

İçindekiler

RADYO KAİNAT DİNLESİN